Liberal
Kapitalizmin Bitmeyen Ölümü, Ünsal Çetin

İktisat okur–yazarlığının 20. Yüzyıl’da önemli bir gelişme kaydetmediği fikrini Avusturyalı ekonomistlerin bir abartısı diye düşünürdüm. Şikago İktisat Okulu’nun Nobel ödüllü ekonomisti George J. Stigler’in de böyle düşündüğü yönündeki ifadelerini okuduğumda bu nedenle biraz şaşırmıştım. İktisat bilimi 20. Yüzyıl’da elbette ilerlemeye devam etti. Bugün anaakım olarak adlandırılan kol üzerinden değil, ama kısaca anaçizgi diye özetleyebileceğimiz geleneğin üzerinden. Anaçizginin bu yüzyılın başından sonuna yaptıkları çalışmalar, reel piyasaların nasıl çalıştığını, dengeye yaklaşma ve dengesizlik durumlarını anlamada anaakıma göre çok daha önemli sonuçlara vardı. Anaçizgi Klâsik iktisadı yıkmadı, onu geliştirdi; hatalarını ayıkladı, eksiklerini tamamladı ve ortaya çok daha güçlü bir anlayışı koyabildi. Kimdir bu anaçizgi ekonomistleri diye sorabilecek okuyucunun hatırına; bir Adam Smith–Friedrich von Hayek çatısı altında çalıştığı söylenebilecek J. Buchanan, M. Friedman, R. Coase, G. Stigler, V. Smirth, D. North, E. Ostrom, E. Phelps, I. Kirzner, M. Rothbard, T. Sowell, J. Taylor, A. Schwartz ve diğerlerinden oluşan uzun bir listeyi sayabiliriz.

Genel kamuoyunun; sokaktaki insanın, medyanın, iş dünyasının, ve hatta formel iktisat eğitiminin verildiği üniversitelerin bu anaçizgiden yeterince istifade ettiğini düşünmek pek mümkün görünmüyor. Bu iddia için gösterilebilecek somut örnekleri bulmak öyle zor değil. Bizim yerel entelektüel dünyamızdan yakın tarihli bir örnek, emek değer teorisinin 2008 Büyük Çöküşü ve sonrasındaki derin resesyonu açıklamada yeni, “başka ve daha esaslı” bir bakış açısı sunduğunun iddia edilmesidir (I). Daha tam olarak, bu iddiaya göre, “Üretim sürecindeki ‘soyut emek’ bu [ekonomik] büyümeyi sağlar. Krizlerin asıl nedeni, büyümenin sağlanamamasıdır. Büyüme olmayınca kimse para yatırmaz, çark durur ve kriz olur… Klasik ekonomide bir metanın değeri temel olarak ona harcanan emek miktarıyla belirlenir. Günümüzde ise emeğe ihtiyaç kalmıyor. İş ortadan kalkıyor. Batı’da yoğun bir sanayisizleşme süreci yaşanıyor. Dünyada her şeyi otomatik makineler yapıyor. Reel ekonomide emek olmaksızın değer yaratılamıyor ve büyüme bir türlü gerçekleşmiyor.” İlâveten, Klâsik iktisadın “kullanım değeri–değişim değeri ayrımı” yapılan kapitalizm eleştirilerinde halen kullanılabilmektedir. Bu hatalı ayrıma dayalı olarak, kapitalist toplumlardaki sözüm ona “putçukluk”lar eleştirilmektedir (II).

Fakat, bu bakış açısı bir yüzyıldan daha uzun bir süre öncesinden bir kalıntı gibidir. Emek değer teorisini tuz buz ederek tamamen çürüten bir sübjektif değer teorisi sanki hiç geliştirilmemiş gibi düşünülmektedir. Klâsik iktisadın “kullanım değeri–değişim değeri” şeklindeki iki kola ayrılmış, yani tutarsız ve işe yaramayan fiyat teorisi sübjektivist bir revizyondan geçmemiş gibi, ilginç bir şekilde Klâsiklerin hatalı mirası inatla sahiplenilmektedir. Adeta, Avusturyalıların açtığı sosyalist hesaplama tartışması hiç yaşanmamıştır, Sovyetler Birliği ve 20. Yüzyıl’ın çok sayıda diğer sosyalist deneyleri istisnasız bir başarısızlığa uğramamıştır, ve Avusturyalı ekonomistlerin bu tartışmanın kazanan tarafı olduğunu gösteren yeterince bol –hatta fazlasıyla bol– kanıt ve tecrübe de hiç var olmamıştır. Gerçekten, ne garip bir dünya!

Sübjektif değer teorisine dair kısa bir süre önce zaten yazmıştım (III). “Sübjektivist Paradigma” başlıklı bu yazımda emek değer teorisinin yanlışlığını ve bu teorinin Klâsik iktisadı, “kullanım değeri–değişim değeri” ayrımı üzerinden, ağır kusur taşıyan bir fiyat teorisine yönlendirişinin bir anlatımını sundum. Ayrıca, sübjektif değer teorisinin Klâsikler ve Marksistleri ne yapacağını bilmez bir duruma düşüren değer paradoksunu nasıl çözdüğünü, sübjektivist paradigmanın Ricardocu–objektivist paradigma diye adlandırabileceğimiz paradigmaya karşı üstünlüğünü bu yazıda izah etmeye çalıştım. Bu nedenle, okuyucudan söz konusu yazımı da okumasını talep etmek istiyorum.

Vurgulanmaya değer bir nokta şudur; değer teorisi iktisat biliminin temelidir. Bir değer teorisine sahip olmadan bir fiyat teorisi kuramazsınız. Para ve bankacılık teorisi, sermaye ve faiz teorisi, varlık balonları ve makroekonomik dengesizliklere dair teori inşaları bir değer teorisine dayanmak zorundadır. Ve eğer değer teoriniz hatalı ise, örneğin, ekonomik dalgalanmalara yönelik açıklamalarınız da hatalı ve eksik kalacaktır. Yine, tam da burada vurgulamaya değer ki, emek değer teorisi ancak zahiren ve o da ilk bakışta doğru gibi görünebilir. Ekonomik denge ve dengesizliklerin izahında objektivist ve maliyet değer teorileri bilimsel anlamda bir adım bile teşkil etmez. Emek değer teorisi ne üretiminde yoğun emek kullanılan mal ve hizmetlerin değersizliğini, ne de üretiminde çok az emek kullanılan mal ve hizmetlerin yüksek değerini açıklayabilir. Sübjektif değer teorisi işte tam da bu emek değer teorisi başarısızlığının üstesinden gelir. Bütün bir ekonomik faaliyet herhangi bir “kullanım değeri–değişim değeri” kaçak güreşine gerek kalmadan, yani tutarlı bir şekilde, ekonomik aktörlerin sübjektif değer/kıymet takdirlerine binaen açıklanır. Örneğin, sizin emek değer teorisini doğru kabul etmeniz, “Emperyalizm de artık çevre bölgelere emek sömürüsü için gitmiyor, doğal kaynakları garantilemeyi, finans sistemine kaynaklar bulmayı esas alıyor” (I) şeklindeki emek değer teorisi ile açık şekilde çelişen bir cümleyi kurmanıza neden olur. Veya başka bir güzel örnek olarak, ancak bir emek değer savunucusu “… nihai yıkım devletlerin ve merkez bankalarının yoğun müdahalesiyle engellenebilmiştir” (I) ve “ABD’nin bugünkü sahte büyüme rakamları merkez bankasının yarattığı hayali sermaye ile mümkün olabilmiştir” (IV) cümlelerini kurarak bir ekonomide yapay hareketlenmelerin söz konusu olabileceğini kabul etmesine karşın, “Kriz sanıldığı gibi insanların olanaklarının üzerinde yaşamaları nedeniyle ortaya çıkmamıştır” (I) ifadesiyle yapay büyüme ve refah döngülerinin olabileceğini yüzyıllara yayılan varlık balonları fenomeni ve bu fenomen üzerine doğan devasa ekonomik literatüre rağmen inkâr edebilir.  

“Kapitalizmin ölümü” hakkındaki bir tartışmada en başta dile getirilmesi gereken şeylerden birisi de mükemmel olmayan ve hiçbir zaman bir yeryüzü cennetine dönüştüremeyeceğimiz bir dünyada yaşadığımız gerçeğidir. Kapitalizm mükemmel değildir. Çünkü beşerî bir sistemdir. İlerlemenin maliyetleri vardır. Mükemmel olmayan bir dünyada bu maliyetleri yok etmenin bir yöntemi yoktur. Fakat ilerleme, uzun vadedeki refah kazanımları sayesinde ve bu kazançlarla birlikte, ilerlemenin maliyetlerini en aza ve katlanılabilir seviyeye indirir. Ekonomik ve sosyal sorunların kapitalizm günah keçisine yüklenmesi, ne yazık ki, Marksist ve devletçi zihniyetin kolaycılığa kaçan bir zihin alışkanlığıdır. Liberal bir iktisatçı olarak bu kolaycılığın gerçek dünyada bir karşılığı olmasını dilerdim. Böylece, sadece emek yoğun üretim yaparak milli gelirlerin roket gibi yükselişini sağlayabilirdik. Ama o kadar kolay olsaydı! Kolaycılık, ideolojik ezbercilik, ve realiteden kopuş Marksistlerde o kadar ağırlaşmış bir özellikler demeti ki, neredeyse kadın vücudunun şairlere, ressamlara, bestekârlara ilham kaynağı olacak kadar bir güzellikte yaratılmış/verili olması dahi bir tür “kapitalist kusur”dur. Çürümesinin üzerinden yüzyıldan fazla bir süre geçtiği halde emek değer teorisinin sihirli formül olarak çare diye sunulması, o kadar lanet yağdırdıkları Klâsiklerin emek değer teorisi hatalı mirasının inatla sahiplenilmesi yeterince manidardır. Ne hikmetse kapitalizm zaten ölmüştür, ölmektedir, veya ölecektir. Ama yüzyıldır, bitmeyen bir ölümdür bu. Bilimsel bir öngörü değil, olmasını istedikleri bir rüyadır söz konusu olan. Bir türlü gerçeğe dönüşmemesi onların kendilerini sorgulamaları yönünde bir değişimi asla doğurmayan bir rüya…

Otomatik makinaların ve robotların emeğin yerini almasının sonucu olarak değer taşımayan ve üretimsiz bir ekonominin geliştiğini, “bir sanayisizleşme süreci”nin yaşandığını iddia etmek de neyin nesi? Her sene robotlar tarafından üretilen milyonlarca araç piyasalara sürülmektedir ve tüketiciler paracıklarını bu arabalarını satın almak amacıyla bal gibi de ödemektedirler. Hatta, aynı özelliklere sahip ve aynı fiyattaki iki arabadan emek yoğun üretileni mi yoksa robotlarla üretileni mi tercih edersiniz şeklindeki bir soruyla karşılaştıklarında, tüketicilerin genel olarak robot üretimini yeğleyeceklerini tahmin etmek mümkündür. Teknolojik üretim daha az üretim hatası içerecektir. Bu arabaların değersiz ve faydasız olduğunu, ve bu yüzden bir üretimi de teşkil etmediğini ifade etmek, basit bir gerçeğin veri olarak kabulünden bile mahrum kalacak olan keyfî–kişisel bir değer yargısı olmanın ötesine gidemez. Emeğin üretim sürecinden çekilmesinin değer, ürün ve sanayiden mahrumiyete yol açtığına dair kanıtınız nedir? Örneğin, mademki maddî üretim hakkında bu kadar kaygı duyulmaktadır, ABD’nin imalat sanayii endeksini gösteren aşağıdaki grafik bize nasıl olur da artan bir üretim miktarı gösterebilir? Acaba, kapitalizm ve piyasa ekonomisi hakkındaki fikirleriniz en hafif tabirle hatalı olduğu için mi?

Gerçekte olan şey bir sanayisizleşme süreci değildir. Hizmet sektörlerinin küreselleşmenin de desteği ile gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinde gittikçe artan bir ağırlığa sahip olması, büyümesi ve yayılması, sadece endüstriyel imalata bakanların gözünde sanayisizleşme gibi görünür. Batı ülkelerindeki sermayenin bir dereceye kadar doğunun ve güneyin gelişmekte olan ülkelerine akışı da söz konusudur. Fakat buna sanayisizleşme denemez; daha verimli çalışmak ve gelişmekte olan ülkelerin emekçilerinin kazançlarını artırmak üzere, “sermeye ve sanayinin göç edişi” daha doğru bir ifadedir.

Yaşadığımız son büyük ekonomik kriz, 2008 Büyük Çöküşü’ne gelince, yazıyı kısa tutmak amacıyla, bu konuda bol miktarda değerli makaleyi ihtiva eden Liberal Düşünce dergisinin Avusturya İktisat Okulu, Şikago İktisat Okulu, ve 2008 Büyük Çöküşü özel sayılarına işaret etmek istiyorum. Liberal Düşünce’nin bu sayıları bilhassa Taylor Kuralı ve Verimlilik Normu ışığı altında konut balonunun oluşumuna yol veren para politikası hatasına dair makalelere ilâveten, krizin diğer parasal olmayan; reel nedenlerine de değinen yazılara sahip. Elbette, bir ekonomik krizi tek bir nedene bağlamak mümkün değildir. Fakat, söz konusu makalelerin gösterdiği gibi, başat faktör para politikasıdır. Psikolojik faktörler ve regülasyon ile ABD’nin hükümet destekli piyasa oyuncularının eylemleri gibi reel faktörler bu parasal asıl faktörün daha büyük bir dalgalanmaya neden olmasında yardımcı rolleri oynamıştır.

Gözden kaçırılan ve çoğu yorumcunun halen dikkate almakta gönülsüzlük gösterdiği temel bir gerçek ise şu; biz liberal bir parasal sisteme sahip değiliz. Zamanımızın en önemli iktisatçılarından Alan Greenspan’ın “Şayet bir serbest piyasa toplumu isek, neden faiz oranlarını ayarlayan birilerine sahibiz?” şeklindeki bir soruya verdiği cevaba katılmamak mümkün değildir (V) (italik vurgu bana aittir);

Altın standardına sahip olduğumuz zamanlarda bir merkez bankasına ihtiyaç duymadık, ki bu 19. Yüzyıl dönemiydi. Ve bütün otomatik ayarlamalar gerçekleşti, çünkü insanlar altın alıp satardı, ve piyasa Fed’in günümüzde yaptığı şeyi yapardı. Sistem içinde para miktarını yöneten bir merkez bankası var olduğu sürece, bunun adı bir serbest piyasa değildir.    

Bu benim “liberal demokrasinin kayıp halkası” dediğim şeydir. 15 Ağustos 1971’de Başkan Richard Nixon altın gişesini kapatarak, doların ve diğer para birimlerinin altın ile son bağlantısını da kopardıktan sonra, küresel seviyede bir pür fiat para sistemine geçmiş olduk. Bu sistem bizim ancak son 44 yılda sahip olduğumuz yeni bir yapıdır. Artık bütünüyle devletlerin keyfî yönetimine kalmış olan fiat (hükmî/karşılıksız) para sisteminde paraya değerini veren şey devletlerin “yasal ödeme aracı” kanunlarıdır. Bu özelliği nedeniyle, devlet paraları piyasa dışı bir kurum olan merkez bankalarının sözüm ona bilimsel yönetimi denen keyfî idaresi altına girmiş oldu. Dolayısıyla, bu yapısal dönüşüm hiç olmamış gibi, günümüzde adeta bir serbest bankacılık ve altın standardı sistemi varmış gibi, krizden ötürü serbest piyasaları suçlamak olmayan bir hedefe ok atmaktan başka bir şey değildir.

Joseph Schumpeter’in dediği gibi (VI);

İnsanlar altın standardı fikrine tümden hatalı –rasyonel tartışmaya kapalı olan bir nevi fetişizm– olarak bakacak şekilde eğitilmişlerdir. Ayrıca bize onun lehine gerçekten gösterilebilecek bütün rasyonel ve bütün tamamıyla iktisadî argümanlara aldırmamak öğretilmiştir. Fakat bütün bunlar bir yana, altın standardı hakkında, onu akılsızlık suçlamasından kurtaracak bir husus vardır; herhangi bir bütünüyle ekonomik üstünlüğün yokluğunda dahi… Bir otomatik altın para birimi bir laissez-faire ve serbest ticaret ekonomisinin esas nüvesidir… Altının günümüzde bu kadar gözden düşmüş olmasının nedeni ve ayrıca geçmiş burjuva döneminde öylesine rağbet kazanmış olmasının nedeni budur… Hükümetler veya bürokrasilere, parlamenter eleştirinin yapabileceğinden çok daha güçlü sınırlandırmalar dayatır. Burjuva hürriyetinin –yalnızca burjuva çıkarının değil ama burjuvaya ait anlamındaki hürriyetin– hem işareti hem de teminatıdır. Bu bakış açısından, bir insan ona karşı iktisadî gerekçelerle bütün ileri sürülenlerin geçerliliğine tamamen ikna olsa dahi, gerçekten rasyonel şekilde altın standardı için mücadele edebilir.

Anna Schwartz da Schumpeter’den pek farklı düşünmüyordu (VII);

Devletin büyümesinin kendisi bir altın standardının yaşama kabiliyetini imha etmektedir. Gerçek bir altın standardı, I. Dünya Savaşı öncesi Britanya’sı ve Birleşik Devletler’inde olduğu gibi, devletin ulusal gelirin yüzde 10’unu harcadığı bir dünyada mümkündü. Altın standardı devletlerin ulusal gelirin yarısı veya daha fazlasını harcadığı bir dünyada mümkün değildir. Neden böyle? Bir altın standardını kabul eden ve [kâğıt paraya] altın karşılığı ödeme kuralını uygulayan bir ülke, zaman zaman daraltıcı parasal politika uygulamak zorunda kalacaktır. Bir ödemeler dengesi açığı altın rezervlerinde bir kayba yol açar. Bir altın rezervi kaybı yurtiçi para arzında bir daralmayı zorunlu kılar. Bu daralma fiyat düşüşleri ve istihdam kayıplarını dayatacaktır. Ulusal gelirin devletçe sahiplenilen payı paradaki daralma tarafından bir etkiye maruz bırakılmaz, fakat özel sektör asıl yükü taşır. Devlet sınırlandırılmış olmayacaktır; özel sektörün sınırlandırılmasından farklı olarak, özel sektör işçileri çıkaracak ve hizmetlerinin fiyatını düşürecektir. Devletin payı ulusal gelirin yarısı iken, özel sektör üstündeki yük katlanarak artmış olur. Leviathan devlet büyüdükçe altın standardının cazibesinin azalmasının nedeni işte budur.

George S. Tavlas tam da bu satırların altına ekler; 2008 öncesinde Yunanistan’da gayrisafi yurtiçi hasılanın % 50’sinden azını teşkil eden özel sektör krizin asıl ve neredeyse bütün yükünü üstlenmiştir. Yunanistan’ın 2008’de % 8’in altında olan işsizlik oranı 2013’ün ilk ayları itibariyle % 26’ya çıkmıştır, tek bir kamu sektörü çalışanının işten çıkarılmadığını bu değişimle birlikte dikkate almamız lazım. Evet yanlış okumadınız, bütün bir devasa kriz boyunca tek bir devlet çalışanı dahi işinden alıkonmamıştır. Yani altın standardının olmaması sayesinde, bir gurup insan bir ekonomik krizin önemli seviyede bir maliyetini kendileri dışındaki başka bir guruba yükleyebilmiştir. Bir uluslararası altın standardı var olsaydı, Yunanistan’ın işsizliği çok daha düşük ve daha az acı verici bir seviyede, en kötü ihtimalle % 20’nin altında kalacaktı. Devletlerin ve devletçilerin altın standardı nefretinin nedeni yeterince açıktır.    

20. Yüzyılın Sovyetler Birliği ve diğer çok sayıdaki sosyalist deneyinin çok ağır beşerî ve maddî kayıplarla sonuçlanmasına rağmen, bize reel sosyalizmin yaşadığı sorunların kendi akıllarındaki gerçek, ideal sosyalizmde olmayacağını söyleyenlere itibar etmemiz iktisat bilimi adına mümkün değildir. Elbette, insanoğlu kendi kafasının içinde hayalî mükemmellikler inşa edebilir. Fakat bu mükemmelliklerin gerçek dünyada yaşanan sosyalizm tecrübelerinin ekonomik etkinliği koordine etmede sahip olduğu devasa bozuklukların üstesinden nasıl geleceğine dair açıklamalara da ihtiyacımız var. Sosyalizmin sorunları Mises ve Hayek’in dile getirdiği şekilde somutlaşmıştır. Bu iki ekonomist sosyalizmin işe yaramayacağını sosyalizmin tecrübe edilmesinden önce bilmiştir. Eğer uyarıları dikkate alınabilseydi, çok büyük beşerî ve maddî kayıplar engellenebilecekti. Ama entelektüel dünya sosyalizmin ve faşizmin barbarlığına bir hayli kendisini kaptırmışken, bu insanlar dikkate alınmak yerine karalandılar. Eğer kendi zihnindeki bizim bilmediğimiz hayal ürünü bir sosyalizmin bu sorunlardan mustarip olmayacağını iddia eden birisi varsa, yapması gereken şey bu iddiasını kanıtlayacak şekilde, sosyalizmin reel dünya sorunlarını nasıl olup da kapitalizmden daha başarılı olarak çözebileceğine dair ikna edici bir açıklamadır. Bu açıklama çabasını bile göremiyorken, ortalıkta dolaşıp kapitalizmin başarısızlık ve çöküşünden dem vurulması bu tarz bir beklentiye girmek için fazla iyimser olmak gerektiğine işaret edebilir ancak.

Aslında 2008’den bu yana, “asıl ve daha büyük bir ekonomik çöküş” tahminini Peter Schiff ve James Rickards gibi bazı liberal iktisatçılar da yapmaktadır. Fakat onların bu tahmini Greensapan’ın yukardaki teşhisine dayalı bir tahmindir. Bu tahmin edilen büyük finansal fırtına gerçekleşirse, çöken şey liberal ekonomi değil, devletlerin küresel fiat para rejimi olacaktır. Devletlerin ve merkez bankalarının yoğun müdahalelerinin daha büyük bir yıkımı ertelemiş olduğu dile getirilebilir, ve bu çok da hatalı bir görüş değildir. Fakat asıl ve daha doğru ifade, devletlerin ve merkez bankalarının müdahalelerinin ekonomik iyileşmeyi engellemesi ve ertelemesinin, ve böylece sıradaki ekonomik krizi derinleştirmesinin söz konusu oluşudur.

Size neo–liberal hegemonyadan bahsedenlere inanmayın. Bu iddia, gelecek ekonomik krizde kapitalizmin öldüğünü daha rahat bir şekilde savunabilmek amacıyla uydurulmuş, sözüm ona zekice bir yalandır.

Notlar

(I) Kayahan Uygur, “Kapitalizm çöküyor farkında mısınız?”, Akşam, 30.08.2014, http://www.aksam.com.tr/yazarlar/kayahan-uygur/kapitalizm-cokuyor-farkinda-misiniz/haber-335059

(II) Kayahan Uygur, “Sol kapitalizmdir, kapitalizm Solcudur”, Akşam, 06.09.2014 http://www.aksam.com.tr/yazarlar/kayahan-uygur/sol-kapitalizmdir-kapitalizm-solcudur/haber-336613

(III) Ünsal Çetin, “Sübjektivist Paradigma”, Hürfikirler arşivi, 29.08.2014, http://www.hurfikirler.com/yazi4266/subjektivist-paradigma.php

(IV) Kayahan Uygur, “Kapitalizm sağdan sola ilerler”, Akşam, 20.09.2014, http://www.aksam.com.tr/yazarlar/kayahan-uygur/kapitalizm-sagdan-sola-ilerler/haber-340077

(V) Alan Greenspsan, aktaran L. H. White, “A Gold Standard with Free Banking Would Have Restrained the Boom and The Bust”, Cato Journal, Vol. 31, No. 3 (Fall 2011), http://object.cato.org/sites/cato.org/files/serials/files/cato-journal/2011/9/cj31n3-5.pdf

(VI) Joseph A. Schumpeter, History of Economic Analysis, New York: Oxford University Press, 1954, s. 405 -406.

(VII) George S. Tavlas, “Anna Jacopson Schwartz: In Memoriam”, Cato Journal, Vol. 33, No. 3 (Fall 2013), http://object.cato.org/sites/cato.org/files/serials/files/cato-journal/2013/9/cjv33n3-1.pdf

Liberal Düşünce Topluluğu GMK Bulvarı No: 108 / 17 Maltepe, 06570 Ankara, Türkiye, T: + (+90) 312 2316069 – 231 1185, F: + (+90) 312 2308003, info[at]liberal.org.tr
İşbu sitenin tüm hakları saklıdır.Web sitesi içerisindeki resimler, yazılar kaynak gösterilse dahi, izin alınmadan başka web sitelerine, ticari yayınlara aktarılamaz, kopyalanamaz, internet ve web ortamında ya da başka biçimde alenileştirilemez, basılıp çoğaltılamaz. © 2013
Web Tasarım Ankara
Sayfa başı